31 Ağustos 2010 Salı

İçine İçine...

Yavaş yavaş bedenine yayılan acı ve haykırma hissi ile dolar taşar benliğin, boğazına bir yumru oturur.  Yutkunamazsın, zorlarsın ve biraz sonra geçeceğine inanmaya çalışırsın ki bu neredeyse imkansızdır. Gözlerinin etrafı kasılmaya başlar belki seğirir. Göz bebeklerin pırıl pırıl olur, ardından benliğine tarifsiz duygular hücum eder. Ne olduğunu anlayamazken gözlerin kızarmaya başlar biriken tuzlu sıvı yüzünden. Alt kirpiğinin hemen üzerine bir ıslaklık ve serinlik çöker. Yapılacak hiç bir şey kalmamıştır, ister istemez gözlerini hafifçe kısarsın; farkedilmez ve karşı konulamaz bile... acı gözünün kenarından başlayıp yanaklarından akar; usul usul.

Pazarlama, geliştirme ve imalat süreci sonrasında bir ürünün değerlerinin halka anlatılması mıdır? Yoksa; pazarlama, ürünün icat edilmesi eylemi midir?

Çoğunluğun fikri her iki tanımlamanın da birbirinden bağımsız olamayacağı yönünde olmasına rağmen, sıklıkla çatışmıyor da değil.  Zaman değiştikçe, teknoloji geliştikçe , insanların doyum çıtaları genişlediği yada yükseldiği sürece,  hiç bir şeyin olmadığı gibi bu sektöründe gelişimi yada devamlılığı duraksamaz. Göz ardı edemeyeceğim bir şey daha var ki  o da ;  zihnin tüm bu gelişim ve değişim süreci içerisinde tembelleşip,  gelişim peşinde koşarken düşünmeyi ve yaratıcılığı unutuyor oluşu...

Pazarlama; geliştirilecek ürünün pazar araştırmasını yapar, AR-GE ve imalatın tasarımından sonra gerekli tanıtım ve satış stratejilerini belirleyerek ürünün nihai kullanıcı ile buluşmasını sağlar. Bir başka tanımlamayla pazarlama; ürününün reklam ve tanıtım platformu da denilebilir.

Godin 'in “P” leri bir parça daha anlaşılır hale getirebilir bu soruların yanıtını...

Production : Ürün
Pricing : Fiyat
Promotion : Promasyon
Positioning : Konumlandırma
Publicity : Bilinirlik
Packagign : Ambalaj
Pass-along : Kulaktan kulağa yayılma
Permission : İzin

Pazarlamanın 7 temelle açıklanmış listesi bn dur. Bu temel maddelere hakim olmak demek, taze taze piyasaya sürdüğünüz ürününüzü, insanların alması için nasıl ikna edeceğinize de hakim olmanız demektir. Bu maddelerden herhangi ikisinin birbiriyle çatışması, pazarlama mesajınızın anlam ve etkisini kaybetmesine neden olur.

Pazarlama üretimin kalitesini arttırması yönünde zorlayıcıdır ve bu da ürün adına kaliteli işler ortaya çıkmasını sağlar.

27 Ağustos 2010 Cuma

“Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.” DUNNING-KRUGER SENDROMU

Zaman zaman hatta sıklıkla etrafımızdaki insanların kendilerine olan güvenini görür, ben neden böyle olamıyorum diye iç çekeriz. Bir süre daha izledikten sonra ise karşımızdakinin sadece ve sadece cehaletten kaynaklı bir kendini bilmezlik olduğunun ayırdına varırız.

Bu cehalet sayesinde kendilerine o kadar güvenirler ki, işlerinde, gündelik yaşamlarında ve sosyal çevreler içerisinde sürekli öne atılmaktan, kendilerini övmekten ve çevrelerindeki insanlara aşağılayıcı edalar içinde bulunmaktan çekinmezler. Her şeyi söyleme ve yapma hakkına sahip olduklarını düşünen bu cehalet timsalleri, ne yazık ki işinde gerçekten iyi olanların kendilerini çok yetersiz ve başarısız hissetmelerine sebep olurlar.

Ciddi anlamda başarılı, yetenekli ve mütevazi olanlarımız ise sürekli kendilerini sorgulama ve geri çekilip, değerlerinin anlaşılması için beklemeye geçme yanılgısına düşerler.

Bertrand Russel'ın bir sözü bu durumu net olarak açıklayabilmek için sanırım çok yerinde olur. “Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”

Dunnig-Kruger bu konu hakkında yaptıkları çalışmaları ile 2000 yılında  Nobel kazandılar. Dunnig-Kruger Sendromu adı verilen bu çalışmanın kaba tabiri “Cahil cesareti”. İki uzmanın konu hakkında yaptıkları bir dizi test ve araştırma sonuçları aşağıdaki bulguları ortaya koymuş.


-Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
-Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
-Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
-Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Bir ufak lınk de eklemek yerinde olur. http://www.nkfu.com/dunning-kruger-efekti/

24 Ağustos 2010 Salı

Ürün İçin Müşteri Mi? Müşteri İçin Ürün Mü?

Pazarın gözünde ürünün değeri üreticin onu imal ederken harcadığı çaba ve masrafla ilişkili değildir ...Ürünün değeri; müşterilerin onlara getireceğini düşündüğü faydadan gelir. Pazar sizin çabanızla ilgilenmez, o yolda katettikleriniz sizin gelişim yada iyileştirme sürecinizdir. Pazar, ürün sayesinde müşteriden gelecek olanlarla ilgilenir...

Peki müşterinin pazara getirisi ne ola ki? Daha fazla üretim doğurmak mı? Yoksa kaliteyi arttırmak mı? Kalite üretim sürecinde ise ve pazar bununla ilgilenmiyorsa bu nasıl bir tezattır ki...

“Odağında müşterinin olduğu bir dünya bu. Haliyle, imal edenden pazarlayana ve satana kadar her şey, hatta, bizzat ürünün kendisi, müşteriyi göz bebeğinin merkezine yerleştirmek zorundadır.” gibi fikirler de hakim elbette.

Kaliteyi müşterinin arttırmadığını, talepleri doğrultusunda sadece üretim sürecini etkilediğini de düşünüyorum sıklıkla. Pazar hedefi belirler ve kategorize ederek ürüne yoğunlaşır. Ürün modeli, insanların işine yarayacağı şekilde olmalıdır. ( Yiyecek, içecek, emlak yada giyim modeli oluşturan örneklerden sayılabilir.) Mükemmelliyetçilik genellikle ön plandadır ve buna bir çeşit göz boyama da diyebiliriz. Model oluşturulduktan sonra, pazarlamaya geçilir. Modeli oluşturan DÜŞÇÜ pazarlamayı da pazarlar.

Müşteri memnun oluyorsa her iki taraf da kazanıyor demektir. Piyasayı iyi okumak ve müşteriyi iyi anlamak, satışı hızlandırmak demektir.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Binlerce Deniz Yıldızı...

Bir adam, okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir şeyler atan birine rastlar. Biraz daha yaklaşınca, bu kişinin, sahile vurmuş denizyıldızlarını denize attığını fark eder ve “Niçin bu denizyıldızlarını denize atıyorsunuz?” diye sorar. Topladıklarını denize atmaya devam eden kişi, “Yaşamaları için,” yanıtını verince, adam şaşkınlıkla, “İyi ama burada binlerce denizyıldızı var. Hepsini atmanıza imkân yok. Sizin bunları denize atmanız neyi değiştirecek ki?” der. Yerden bir denizyıldızı daha alıp denize atan kişi, “Bak, onun için çok şey değişti,” karşılığını verir'




Hayatımızın sahillerinde yürürken kim bilir kaç kez bir deniz yıldızının üzerine basıp geçtik. Kim bilir kaçının bize uzanan elini görmedik ya da bize bir umutla bakan gözlerinden gözlerimizi kaçırıp, korkudan, yalnızlıktan, çaresizlikten korkan titrek sesini duymazdan geldik...
Artık yolda yürürken ya da kalabalıklar içinde sohbet ederken, çok daha dikkatli davranıyorum. Sesini duyurmaya çalışan o kadar çok deniz yıldızı var ki çevrenizde şaşarsınız. Tüketim toplumunun bireyleriz hepimiz. Her ne kadar düzene karşı gelmeye çalışsak da, üzerimizdeki eğreti kıyafetleri kaç kez sırtımızdan çıkarıp yaksak da bir türlü düzenin parçası olmaktan kurtulamıyoruz. Sistem bizi yakalayacak zayıf noktalarımızı görebilme konusunda müthiş bir deha.

Kendimizden uzaklaşıyoruz sıklıkla. İçimizdekini görmekten, duymaktan bihaberiz. Kendini bulma yollarında yitip gidiyor pek çoğumuz. Farkındalığı artmış, kendini gerçekten bulmuş olanların da pek çoğunun gözleri kör, kulakları sağır. Elinizi uzatın azıcık. Beyninizi kullanın. Hissedin. Yaşamaktan korkmayın.

Adımlarınızı atarken bir parça daha dikkatli olun ne olur. Kurtarmaya çalıştığınız deniz yıldızının üzerine acımadan basıp geçmeyin...

20 Ağustos 2010 Cuma

DİKKAT EKONOMİSİ

Çoğu zaman gözden kaçırdıklarımıza üzülüp, dikkatsizliklerimizden dem vuruyoruz. İyi de ne bu dikkat? Nasıl bir şey ? Dikkatli olmam gerekiyor, dikkatli olacağım dediğinizde olunuyor mu? Yeniliyor mu ? İçiliyor mu? Nedir yani ne?

Thomas H. Davenport,  Attention Economy (Dikkat Ekonomisi)  adlı kitabında dikkat adı verilen kıt kaynağın kullanımına ve bir yatırıma dönüştürülmesine dair bilgiler veriyor. Kitapta dikkat yönetimi  için yapılan tanım oldukça ilgi çekici. Deniyor ki “ Günümüz iş dünyasının yeni bilimi “.

Dikkatin üç ana bileşeni bulunuyormuş. Çekicilik, programlanmış yapılacak işler ve mecburiyet. (Dikkat çekici, kararlaştırılmış imgeler ve yaşam güdüsü) Bakalım; anladığım kadarıyla anlatmaya çalışayım.

Dikkat bilinçli bir davranışmış aslında. Ve bu bileşenler de olumlu ve olumsuz bileşenler olarak kendi içlerinde de çeşitleniyor. Bu üç ana bileşen aynı anda bir arada bulunabiliyor ancak olumlu ve olumsuzlar aynı anda bir arada bulunamıyorlar.

Şimdi gelelim bileşenlerin olumlu ve olumsuz hallerine...

Çekicilik / İticilik ( Cazibeye dayalı dikkate karşılık, hoşlanmama temelli dikkat )
Zihin önü / Zihin Arkası ( Bellek önünde ayrılan dikkate karşılık, bellek arkasında ayrılan dikkat )
Gönüllülük / Zorunluluk ( Gönüllü ayrılan dikkate karşılık, zorunlu ayrılan dikkat )

Burada zihin arkası olarak belirtilen tanımlama, ihtiyaç anında ortaya çıkan dikkat bileşenlerini ifade ederken; zihin önü olarak belirtilen tanımlama ise, o an yaptığımız şeyler karşısında gösterdiğiniz davranışı ifade ediyor.

Yani; araba kullanmak ya da bisiklete binmek zihin arkası bir dikkat gerektirirken, her hangi bir sosyal ağda bulunduğunuz paylaşım zihin önü dikkate bağlıdır. Araba kullanmak ya da bisiklete binmek zihin arkası ve zorunluluk bileşenlerini içerirken, sosyal bir ağda paylaşımda bulunmak çekicilik, zihin önü ve gönüllülük bileşenlerinin üçünü birden içerir.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümünde Araş. Gör. Olan Süreyya Çankırı'nın  tk.kutuphaneci.org.tr/index.php/tk/article/download/2192/4242 bağlantısında biraz daha detay bulabilirsiniz kitap içeriği hakkında.



19 Ağustos 2010 Perşembe

ELMA

Ne sen benim istediğim kişi olmak için buradasın, ne de ben senin istediğin kişiye dönüşeceğim. Her ikimiz de oldugumuz gibi kabul edilmek istiyoruz...





18 Ağustos 2010 Çarşamba

Rengarenk Havai Fişeklerle Patlayın!

Seth Godin' i seviyorum. İfadelerindeki benzetmeler beni mest ediyor sıklıkla. Pazarlama dünyasına oldukça yabancı olan ben;  Godin' in varlığından da doğal olarak haberdar değildim. Onunla tanıştıktan sonra (ne yazık ki sadece kitapları aracılığı ile) öğretilerinin sadece pazarlama dünyasında yaygın olması beni çok üzdü. Zira öyle şeyler anlatıp, öyle güzel motive ediyor ki okurunu, illaki pazarlama dünyasına mensup olmanız gerekmiyor.

Her zaman pek çok şeyi bilmek ya da öğrenmek için o meslek grubuna ya da o özelliklere sahip olmanın gerekmediğine inanmışımdır. Hayatınızın bir noktasında mutlaka o bilgiyi/birikimi empoze edebileceğiniz bir ortamda en az bir kez bulunur, en az bir kez ona dair bir olguyla karşı karşıya kalırız. İşte Godin bana bunu çok daha net gösterdi. Pek çok şeyin sadece içimde olduğunu artık daha net kavrıyor, kendime inanmanın  başarıyı da peşi sıra sürüklediğini görmekten çok bire bir yaşıyorum.

Yazıya dün başlamış olmama rağmen hala nasıl bitireceğimi bilememek gibi bir huzursuzluk içindeyim. Belki de arkası yarın gibi olmalı...

Godin' in şu cümlesine bayılıyorum; “ Sizler Propan yüklüsünüz ve ben size elimde rengarenk havai fişeklerle yaklaşıyorum. Normal ve tek düze değil. Patlarken tüm renklerinizi ortaya çıkarabileceğinizi söylüyorum”




Rengarenk havai fişekler gibi patlıyorum!!!

15 Ağustos 2010 Pazar

Bugün Pazar Ve Ben Seni Çok Özledim!

Bugün Pazar Ve Ben Seni Çok Özledim!





“Yağmur var. Çok sevdiğim rüzgar da. Daha uyanmadı komşular… Bugün Pazar. Ve ben seni çok özledim.”

Sabahları erken kalkanlar bir şehrin uyanışına tanıklık edebilme şansına sahip olurlar. Bütün gün ayaklarınızın altında ezilen şehir, her sabah tüm azametiyle yeniden uyanır. Tüm gün hepimizi ayrı ayrı dinleyen, tüm hüzünleri, sevinçleri, umutları, yeni başlangıçları bir sevgili gibi sarıp sarmalayan şehir; her sabah bir başka umuda, bir başka hüzne ya da bir başka sevince; hatta hiç kimsenin duymadığı, bilmediği sessizliklere tanık olmak için bir kez daha uyanır.

Önce kuşlar uyanır şehirde. Güneşin tazecik ışıklarına doğru, hiç yorulmayacaklarmış gibi kanat çırparlar. Rüzgarın henüz kirlenmemiş nefesini, ilk önce kuşlar hisseder minicik yüzlerinde…

“ Tam böyle bir şey. Çiçeğe su yürümesi, bebeğin ağlaması, toprağın uyanması, yağmurun yağması, ateşin sıcağı… Bu Pazar sabahı tam böyle bir şey…”

Sonra, hiç uyumamış gibi her sabah tüm hareketliliğiyle, orada öylece duran sabahçı kahvelerinde devam eder uyanış. Birer ikişer ellerinde kahvaltılıklarıyla, yüzlerinde binbir acı, binbir keder, nadir de olsa birkaç damla sevinç kırıntısı taşıyan işçiler dökülür yollara…

“ Bir sabahçı kahvesine uğramak, bir bardak çay, taze dem kokusu…Yani hayatın atardamarlarında dolaşmak, bölmeden şehrin uykusunu…”

Sabahları erken kalkanlar bir şehrin uyanışına tanıklık edebilme şansına sahip olurlar. Şehir sessiz. Şehir telaşsız. Şehir henüz taze…

Sabahları erken kalkanlar bir şehrin uyanışına tanıklık edebilme şansına sahip olurlar. Sırada toplu taşıma araçları ve onlara yetişmeye çalışan öğrenciler, memurlar, ağır aksak nefesi tükenmiş, gönlü hala yirmisinde delikanlılar…

“Radyolarda eski şarkılar çalıyorlar bu saatlerde… Gönül penceresinden ansızın bakıp geçenler…”


Sabahları erken kalkanlar bir şehrin uyanışına tanıklık edebilme şansına sahip olurlar. Birden bire atom bombası düşmüş gibi oluverir sonra şehir. Klakson sesleri, hızlı adımların kaldırımdaki tok vuruşları, telaşla oraya buraya koşarken birbirine çarpanların pardon demeleri, sinirli birkaç sert bakışın sessiz gürültüsü, çocuk ağlamaları, satıcıların şen şakrak bağrışmaları, siren sesleri… Derken… Şehir yorgun. Şehir hüzünlü. Şehir uykuda…

“ Gitmek istiyor canım hayatın gittiği yere… Bugün günlerden PAZAR! Ve ben seni çok özledim!”

Yağmur da var
Çok sevdiğim rüzgar da
Bugün pazar
Daha uyanmadı komşular
Damların üzerinde kuşlar
Daha rahatlar
Radyolarda eski şarkılar çalıyorlar bu saatlerde
Gönül penceresinden ansızın bakıp geçenlere doğru
Yağmur da var
Çok sevdiğim rüzgar da
Daha uyanmadı komşular
Bugün pazar
Ve ben seni çok özledim
Dışan çıkmak istiyor canım
Tek başına haytalık etmek
Islanmak pazar sabahında yağmurda
Boş caddelerde dolaşmak
Vitrinlerine bakmak mağazaların
Sinemaların afişlerine
Sokakların isimlerine
Telefon kulübelerinde uyuyan çocuklara
Bir merhaba demek sessizce
Sahilde martılara simit atmak
Otobüslerin ilk seferlerine binmek
Gitmek istiyor canım
Hayatın gittiği yere
Islık çalıp şarkılar uydurmak kendi kendine
Fırından taze ekmek alıp
Buğusunu çekmek içine
Ve ben seni çok özledim
Tam böyle bir şey
Çiçeğe su yürümesi
Bebeğin ağlaması
Toprağın uyanması
Yağmurun yağması
Ateşin sıcağı
Bu pazar sabahı
Tam böyle bir şey
Bir sabahçı kahvesine uğramak
Bir bardak çay
Taze dem kokusu
Hayatın atardamarlarında dolaşmak
Bölmeden şehrin uykusunu
Bir siir yazmak
Pazar bulmacasının boş karelerine
Şiirde tam da bunu anlatmak delice
Tam böyle bir şey
Hesapsız gölgesiz bedelsiz kimsesiz
Bir şiir yazmak
Bir bardak çay içmek
Sokaklarda gezmek
Yağmurda ıslanmak
Ve ben seni çok özledim

şiir: ibrahim sadri

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Sosyal Ağlar Birer HOLOGRAM!

En kısa tanımıyla Hologram, “üç boyutlu bir görüntü kaydetme yöntemidir. "Tam kayıt" ya da "eksiksiz mesaj" anlamına gelmektedir.” Ya da “tek bir lazer ışınının iki ayrı ışına ayrılması ile oluşur.” Bunlar bilimsel açıklamaları elbette. Bir de günlük yaşamımızda kullandığımız ve duygusal düşünce yapımıza göre uyarladığımız bir açıklaması var ki o da; “Olmadığı halde varmış gibi görünen düşünsel bir imge, hayaldir.” Algıladığımız tüm fiziksel olguların ve zihnimizde algıladığımız tüm sınırsız bilgilerin, düşüncelerin yine zihinde canlandırılmış şekilleri (hayalleri) dir. Bunu mistik açıdan da ele alabiliriz ama konuyla çok ilişkisi olmayacaktır. Yine de “Tanrı insanı kendi suretinden yaratmıştır” cümlesini sarf etmeden duramıyor klavyede gezen ellerim.


Çoğu zaman, hatta kendimi bilmeye başladığım (Farkındalığımın oluşmaya başladığı yaşlardan itibaren demek daha doğru olur) zamandan itibaren kendimi ve içinde bulunduğum dünya dediğimiz boşluğu sorgularım.  (Eminim ki bu yazıyı okuyan ve aaa bende diyen pek çok insan gibiyim) Kendimi küçük bir pilli bebek olarak görür, benimle oynayan, uzaktan kumandam ile beni kontrol eden, besleyen, temizleyen bir sahibim olduğunu düşünürüm. Bir çeşit hologram işte.

Yaşam içersinde büründüğümüz pek çok kimliğe; çantamızda, cebimizde taşıdığımız bi dolu maskeye sahibiz. Bunlar bizlere ait çeşitli hologramlar(yanılsamalar)… Sosyal ağlar da bunları birer birer gün yüzüne çıkarmamız için en harika ortamlar. Olmak isteyip de olamadığımız kahraman kimlikler, yapmak isteyip de yapamadığımız kariyerler, içimizde kıpırdanıp duran ama çevrenin onaylamadığı en doğal ruhsal hallerimiz… Hepsini sosyal ağ adı verdiğimiz kocaman düzlüklerde açığa çıkarıyoruz.



Hiç kimse hayır ben yapmıyorum diyemez. Diyene de inanmam açıkçası. Günlük yaşam içersinde farklı kimliklere karşı değişen kelimelerimiz ve ses tonumuz bunun en açık ibaresi iken sosyal ağ adı altındaki boşlukta kendi yarattığımız hologram benlikleri inkar etmenin yenilir yutulur bir durum olması olağandışı.

Çok fazla yadırgamıyorum aslında bu kimlik bunalımını. Hangi pozisyonda olursanız olun, kariyeriniz ya da kişiliğiniz ne kadar yükselmiş/gelişmiş olursa olsun, insanca güdüler bunlar. Dozajını ayarlayamayan ve tamamen kendi düşsel dünyalarını yaratıp, kendilerini ne yazık ki buna inandırmış olanları bu yadırgamadığım gruba dahil edemiyorum.

Sosyal ağlar yaşamımızın büyük bir bölümünde etkili olmaya devam ediyor. Çok daha fazla yer kaplayacak giderek. Yememizi, içmemizi ve duygusal ihtiyaçlarımızı bu ağlar üzerinden çeşitlendiriyor, bu ağlar üzerinden yönlendiriyoruz.

Kişisel gelişimimizi tamamlayamadığımız, varoluş sebeplerimizi anlayamadığımız, kendimiz için değil toplum fikirlerine odaklı yaşam biçimlerimizi değiştirmediğimiz sürece bu hologramlar içersinde kaybolmuş benliklere daha yüzlerce kez şahit olacağız.

Yaşasın hologramsal sosyal ağlar!

13 Ağustos 2010 Cuma

Volkan'dan...

Bir bloğun olmalı ve senin yazılarına bağlantı vermeliyim ben. Çok daha fazla insan okumalı seni. Kendimi hırsız gibi hissediyorum ama bunları sadece benim okuyor olmamın haksızlık olduğunu düşünüp, yayınlamadan da geçemiyorum. Her satırında biraz daha çok yaşıyorum. Teşekkür ederim...

"Birileri anlatımı kolay olsun diye ruh ve beden demiş ve ne yazık ki böyle kalmış. Oysa ayrı şeyler değildir. Biz onları ayrı zannederiz ve böylece hayatı reddetmiş oluruz. Sana yaşamıyorsun demiyorum, hayatı bilmiyorsun diyorum.

Bir hikaye hatırlıyorum; işleri çok yoğun bir kadın her sabah köpeğini sahilde dolaştırıyor. Bir elinde de telefon ve ofisindeki işleri gitmeden önce düzenlemeye çabalıyor. Bir yandan köpek çekiştiriyor ve sekretere laf yetiştirirken koşturuyor. Çektiği işkenceyi tahmin edebilirsin sanırım. Bir gün sabah telefonunu evde unutuyor ve sahilde köpeğini dolaştırırken dalgaların sesini işitiyor; daha önce hiç duymamıştı ve martıların sesleri ile birleştiğinde farkına varmaya başlıyor. Nefes alış verişini ardından da kalp atışlarını hissediyor. Belki de ilk defa sahilde dolaşıyor...

Sana hayatı bilmediğini söylüyorum ve bu konuda ısrar ediyorum. Yaşanmamış bir gelecek ile olmuş bitmiş bir geçmiş arasında sıkışmış kalmışsın. Sürekli bir şeylerin peşindesin, bir gün gerçekten yaşamak istediğinde geç olabilir. Sahip olduğunu sandığın her şeyin aslında senin hapishanen olduğunu anladığında...

Şimdi etrafına bakınıp ne yapacağını bilmez durumdasın. Seni anlayabilirim. Alışkanlıklarından vazgeçmen öyle zor ki, sana doğduğundan beri hep bu öğretildi ya da ezberletildi. Bu alışkanlıklarını bırakmak korkutucu geliyor değil mi? Bilmediğin bir çok tehlike ile karşı karşıya olabilirsin... Güvensiz yaşamaktansa ezbere yaşamak daha iyidir, en azından biliyorsun; sabah kalktığında neler hissedeceğini ve sonrasını biliyorsun. Planların var, düşünüyorsun ve planlayıp uygulamaya çalışıyorsun; sonunda hayal kırıklığı ile geçen bir yaşamın oluyor. Bazen planlarını başarıyla sonuca ulaştırabiliyorsun.

Fakat hayat senin ne düşündüğün ve planladığınla asla ilgilenmiyor. Hayat senin hislerinle ilgilenir. Sana kalbinin sesini dinlemeni söylemeye başladılar ama nasıl dinleyeceğin hakkında hiç bir bilgin yok. Çünkü onlarda bilmiyorlar, kalbine nasıl ulaşacağını kimse sana anlatmadı. Bir anahtar ve kilitten bahsediyorlar ama sen anahtarın ve kilidin nerede olduğunu bilmiyorsun.





Düşüncelerini izlemeni tavsiye ediyorum, zihninden geçen her şeye tanık olmanı öneriyorum. Şevkatle, sevgiyle izle; bulutları izler gibi ve biraz sonra akıl almaz bir huzurun içerisine sürüklenebillirsin. Düşüncelerinin peşinden gitme, onlarla ilgili cümle kurma ve yorum yapma. Biraz sonra anahtarı da kilidi de bulacaksın. İyi yolculuklar.Volkan S."

24 Ayar Bakım

“Fırsat Bu Fırsat Bağdat Caddesi xxxx'dan Altın Bakımı ya da Oksijen Bakımı 180 TL yerine 80 TL! Kleopatra'dan Angelina Jolie'ye kadar bir çok ünlünün tercihi 24 ayar altınla gerçekleştirilen yüz bakımının ya da %98 saf oksijenle gerçekleştirilen oxyjet bakımının keyfini çıkaracaksınız. Bu müthiş bakımlar sayesinde cildiniz çok daha sıkı, genç ve çarpıcı bir hale geliyor!”






Nasıl bir mantıkla, nasıl fikirlere sahip bir kadın (şimdilerde erkekler de yapıyor bunu. Sadece kadınlara yüklemeyeyim durduk yere bu yükü :))  suratına o tabakayı bakım adı altında uygulatıp üstüne üstlük bir de keyfini çıkarır anlayamıyorum.

Oxyjet nedir diye şöyle biraz bakındım çevreye daha da tuhaf buldum bunu kendine yapan kadınları algılamam için sanıyorum ki çok uzun ve karmaşık evrelerden geçmem gerekecek benim :))

Oxyjet denen bu uygulama; saf oksijen ile ciltteki kırışıklıklardan kurtulmanın ani ve etkili çözümü olarak tanımlanıyor. Cildin alt tabakalarına %98 oranındaki saf oksijen ile bu uygulama için geliştirilmiş özel ve çeşitli ürünleri iğne kullanılmaksızın  basınçla enjekte edilmesi. Bu uygulama ile ciltteki pek çok sorun ortadan kaldırılabiliyormuş. Sorun ne ? Kırışıklık, yaşlılık lekeleri ve sarkma. Yani kendinle barışamama, yaşının getirilerini kabul edememe ve hatta bence psikolojik bozukluk bu!

Şimdi bi sürü insan içinden ve hatta dışından da bana pek çok itirazda bulunacak. Modern yaşamın getirilerinden neden faydalanmayalım ? Neden bakımlı ve güzel olmayalım? Biriniz önce bana şu sorumun yanıtını versin sonra da ben uzuuuuuuun uuuuuuzuuuuuuuuuuun sizinkileri yanıtlarım:))







Yaşamınızı zora sokacak şekilde rahatsızlık boyutunda olmayan, üstelik sadece yaşınızın getirisi  olan, size ait, sizinle büyümüş, sizi siz yapan çizgilerinizden ne istiyorsunuz ?

12 Ağustos 2010 Perşembe

Farkına Var...

Tadını çıkarmadan, ne yaptığımızın farkında olmadan, manasız telaşlar içinde kaçırdığımız o kadar çok tat, o kadar çok zevk, o kadar çok yarım kalmışlıklarımız var ki... Benim cümlelerim de, bildiklerim de yeterli gelmiyor bu küçük ama etkisi kocaman detayları anlatmaya... Volkan çok daha güzel döküyor bunları kelimelere. Blog benim değil mi? Canım ne isterse onu yayınlarım lüksünü yaşamak istiyorum :D

"Oyunlar oynamalısın, kendin için bir alem olmalısın. Bunun için tam bir hayalperest olman gerekir ve ben sana hayallerin içerisinde yaşa demiyorum. Hayatı oyuna çevir. Bir et yığını olmadığının farkına varmanı istiyorum, sen bir yığın değilsin. Hemen şimdi başlayabiliriz, elini yıkarken tenine dokunan suyun farkına var. Seni nasıl okşadığını, nasıl sardığını hisset ve su elinden akıp giderken diğer elinle onu sevmeye çalış. Dünü, yarını bir kenara bırak ve su ol, suyla bütünleş; bir mucizeye tanık olabilirsin.


Sen daha önce hiç yemek yemedin, tıkındın. Bir ısırık al elindeki meyveden, bırak ağzına yayılsın tadı; dilinin kenarlarından suyunun akmasına izin ver. Yavaş yavaş dişlerini geçir o lokmaya, dişlerinin arasına dağılmasına izin ver ve kokusu ağzına yayılsın. Dilinin altında, damaklarında hisset. Bütün ol o lokmayla. Seviş, sev... Sen şimdiye kadar hep tıkındın, yemek yemedin. Volkan S. "

Bilinçsizce yapılan her şey tehlikeli değilmiş yararı da varmış işte!

Bazen sabahları uyandığımda ya da yolda yürürken, birden bire ve hatta sıkça, kalabalık yerlerde yürürken dilimin ucuna ilişiveren o şarkı! Günlerce dilime pelesenk olur, dudaklarımdan düşmez, adı aklıma gelmez, kelimeler bölük pörçüktür ama ezgi;  nota nota hafızamdadır. Deli olurum. Allahım adını bilmem, kim söyler bilmem, aklımda kalmış 3-5 kelimesinden fazlasını öldürsen aklıma getiremem.

Evde sıklıkla müzik ya da Tv açarım. İzlemem ve dinlemem kulak kesilip de. Sadece mırıldanır onlar kendi kendilerine ses olsun diye evin içinde (Bazen evdeki canavarların gürültüsünü bastırsın diye açtığım doğrudur) Birden kendimi o müziğe ya da sese eşlik ederken yakalar şaşırırım. Hatta öyle zamanlar olur ki kalabalık bir cadde de yürürken o an mırıldandığım şarkı, türkü, ezgi her ne ise aynısı en yüksek volume ile kulağımıza da çalınır. Ne hoş bir tesadüf olduğunu düşünür yürür gideriz.

İşte o öyle sıradan bir tesadüf değil imiş. Kulağımız çevredeki her türlü sesi fark eder alır ve beyne mesaj olarak iletir. Ve biz benzer şekildeki şiir, şarkı, müzik gibi şeyleri tekrarlamaya, söylemeye başlarız ama nedenini bilmeyiz. Bilinçsiz olarak uyarılırız beynimiz tarafından. Bir süre sonra bulunduğumuz ortamdaki seslere odaklanır,  farkında olmadan bilinçsiz bir uyarılma ile öğrenmeye başlarız.

İngilizce öğrenmeye azmettim son zamanlarda. Açıyorum Tv yi konuşup duruyor o. Kelime haznem gelişiyor, telaffuzum düzeliyor.

Bilinçsizce yapılan her şey tehlikeli değilmiş yararı da varmış işte!

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Blog yazmak öyle kalkıp her yerde konuşmaya benzemiyormuş!

Blog yazmak ne zor şeymiş... Oysa her gün rutin olarak yaptığım şey zaten yazmak. Her gün neredeyse sayfalarca kelime yazıyorum da iş bunları blog da yapmaya gelince neden bu kadar tembelleşiyor, neden kendimi kapana kısılmış gibi hissediyorum bilemedim.

Zorlamaları sevmiyorum ve kendimi baskı altında hissettiğim an karşı konulamaz bir şekilde ketumlaşıyorum. Özgürlük kanımda, serserilik ruhumda var... Bir süreç bu biliyorum alışacağım buna da. Yazdıkça çok daha özgür oluyorum.

Ama bakıyorum da hemen hemen tüm blog yazarlarının içine düştükleri bir sıkıntı bu. Çoğunu bundan şikayet ederken görüyorum sıklıkla. Konu sıkıntısı çekenler, ipin ucunu kaçırınca geriye dönüp toparlayamamaktan dem vuranlar, havalardan böyle oluyor diye kendince kılıflar dikenler ve benim gibi alışamadım ben bu duruma her gün yazmasam olmaz mı ? diyenler...

Şimdilik kendi kendime yazıyorum. Bir ben okuyorum yazdıklarımı bir de kıl topunun kankisi :) (kıl topu bir kedidir üstelik oldukça da güzel tüylere sahiptir. Konuyla hiç alakası yoktur ünlü olmak istediği için bir şekilde burada kendisine yer verilmiştir.) Alışıyorum, hızlanıyorum ve giderek çok daha fazla haz alıyorum. Her defasında  ay aman of pof diyerek oturduğum yazının başından son cümlelerde hep gülümseyerek kalktığımı görüyorum.

Şimdi yine heyecan bastı. Yine baskı hissediyorum üzerimde. Tuhafım evet ama ben böyleyim. Aceleci, sabırsız, hızlı, neşeli, eğlenceli ve yüreği ağzında biriyim. Bloğumu başkalarıyla da paylaşacağım ve sanıyorum ki bir hafta kadar bir zaman kaldı bunun için. Gün yüzüne çıkacak, başkaları görecek, okuyacak, sevecek/sevmeyecek, bakacak/bakmayacak... Bir dolu yeni stres.

Şebnemi tanıyan insanlar çok şaşırmayacak, tanımayanlar umarım tanıdıkları için mutlu olacak...

10 Ağustos 2010 Salı

"En kolay şey ,tepki vermektir. İkinci kolay şey ,karşılık vermektir. Ancak en zor olan başlamaktır."

Zig ziglar tepki vermeyi "Yanlış bir ilaç aldığınızda bedeninizin yaptığı şey " olarak tanımlamış. 

Godin devam etmiş: “ Tepki vermek politikacıların her zaman yaptıkları şeydir. Tepki vermek sezgiseldir, içgüdüseldir ve genellikle tehlikelidir. Yöneticiler tepki verir. “

Karşılık vermek çok daha iyi bir alternatiftir. Dışarıdan gelen uyarılara düşünülmüş bir eylemle karşılık verirsiniz. Başlatmak gerçekten zordur ve liderler bunu yaparlar. Başkalarının görmezden geldikleri şeylerin üzerine atlarlar. Başkalarının tepki vermek zorunda kaldığı olayları başlatırlar. Değişiklik yaparlar. 

Yönetici olmaktansa liderlik yapmayı yeğlerim. Kim bilebilir ki belki de tüm yetilere sahibim :)


Değişim korkusu insanın içine işler... Çünkü değişim; riskin en belirgin habercisidir...


Korku önümüzdeki en büyük engel ve düşman... Duygusal zekası gelişmiş olan insanlar değişime çok daha sıcak ve eğilimlidirler. Değişim liderlerin işidir. Değişimi görmezden geliyor insanlar. Gözardı etmekle de kalmıyorlar; değişime karşı bir  duvar örmeye çalışan endüstrilere bağlanıyorlar. Bağlanmaları gereken tek şey bir takım. 

Takım olmak ne peki? Takım olmak için sahip olunması gereken özellikler var mıdır? Belli bir fikir yada ilgi alanına sahip olmak dışında takımın bir lidere ihtiyacı vardır. Liderlerin işi değişimi üretmektir. Yöneticilik var olan bir işi yapabilmek için eldekilerle idare etmektir kısaca. Önceden bilineni devam ettirirler. Sadece çalışanlarına sahiptirler. Bir liderin peşinden gidenler vardır. Bir takım! Duygusal zekası gelişmiş insanlar liderlik konusunda çok daha başarılı ve öndedirler. 

Durağanlaşan insanlar atıl duruma düşen projeler.. Kararlılık yoksunluğu...Odaklanma sorunu... Hepsi birbirinin devamı bunların. Ama her ne kadar duygusal olarak bakmasak da işin içine duygusal zeka giriyor. Bu pek çok insan gibi beni de karman çorman ediyor . 

Günümüzde hayatın yada piyasanın hiç bir kademesi eskiden istediğini istemiyor. Herkes yeni olanı istiyor. Hiç kimse sıkıcı olanı istemiyor. Göz boyamak, rengarenk olmak bir işe yaramıyor artık. Şirketler daha önce büyüyebilmek için güvenilir, tutarlı ve belirli bir çizgide olmayı yeterli sayıyorlardı. Çünkü piyasanın beklentisi de buydu. Güven, tutarlılık ve yerleşmiş konum..

Değişim kesinlikle kocaman bir risk ve düşman olarak görülüyordu. Herkes aynı yanılgıya düştü değişimden hızla uzaklaştı. Ellerindekine daha sıkı ve körü körüne sarıldılar... Değişimi kabul edenler ,daha dikkat çekici ve faydası daha yüksek olanı hedefleyenler ayakta kalanlar oldular. 

Aslında insanların korktukları şey değişim değil. Değişim sürecinde yaşayabilecekleri başarısızlıklar ile   suçlanmak ve eleştirilmek. Eleştiriden korkan ve sürüye tabii olanlar,değişime de gözlerini kapayarak sıradanlaşıyorlar. Çok harika fikirlere sahip olabilir insan önemli olan bunları hayata geçirebilme yetisi ,heyecanı ve kararlığı...



İnsanlar istedikleri işi yapamayınca ne eğlenebiliyorlar ne de zevk alabiliyorlar... Ama bir zorunluluksa içinde bulunduklarını eğlenceli yada zevkli hale getirmeye çalışmak gerekmez mi? Bu da bir değişim olmaz mı? Sıradanlığı kabul etmek daha kolay geliyor. Çünkü sıradanlık ve olanı devam ettirmek eleştirilmeyi minimuma indiriyor... Tipik sürü psikolojisi...

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Maksat Sadece Karın Doyurmak Mı?

Web kullanıcıları köpek balıkları gibi davranırlar: Hareket etmeye devam etmelidirler, yoksa ölürler.

Tarıyoruz yani sayfaları... Aradığımıza odaklanıyoruz.... Anlaşılır cümleleri tercih ediyoruz...
Zamansızlıktan , ve sayfa içerisindeki uzun yazılardan sıkılıyoruz galiba... Sakız gibi anlatımlar boğuyor daha yalın ve net şeyler istiyoruz. Ya da ciddi anlamda tembeliz ve sadece aradığımıza odaklı kelimeyi görmediğimiz sürece ilgilenmiyoruz.

Pek çok sosyal platformda karşılaşıyorum bununla. Girdinin sadece bir kaç cümlesine bakılarak yapılan yorumlar bazen o kadar komik ve bir o kadar da düşündürücü oluyor.

"Bir Web sayfasına baktığımızda ne gördüğümüz aklımızda ne olduğuna bağlıdır" diye okumuştum bir kitapta.(Yanılmıyorsam kitap Steve Kruge a ait Kullanışlı Web Siteleri Yaratma idi) Fiziksel bağlantılarda oldukça tetikleyici imiş... Hiyerarşiyi oluşturmak , konvansiyonelden yararlanmak siteyi incelemede kolaylık sağlıyormuş...

Daha fazla okumalı ve okumanın zaman kaybı olduğunu düşünme saçmalığından bir parça olsun sıyrılmalıyız. Bir yerimiz acımaz okuyunca ya da düşününce bu denli tedirgin olmayın...

6 Ağustos 2010 Cuma

BİRİNCİ BENLİK : Eleştirmen İKİNCİ BENLİK : Usta yazar

Bazen bir şeyler yazarken ya da herhangi bir şeyle ilgilenirken sürekli bir ses duyarsınız içinizde. O sürekli konuşur ve sizi genellikle de eleştirir. Onu dinlemek zorunda hissederiz kendimizi.

Diğer yandan da yaşamsal işlevlerimize devam ederiz. Nefes alırız, yürürüz, düşünürüz, kalbimiz atmaya devam eder.

İkiye bölünmüştür zihnimiz. Bir yanımızla yaşar, diğer yanımız sürekli tenkit eder ve iyi/kötü yorumlar yapar.

Bir yanınız İÇSESİNİZ diğer yanınız YAŞAMSAL DAYANAĞINIZ.

Çoğu zaman çelişkiye düşüyoruz hangisini dinlesem diye... Genellikle ikinci benliğin egoyu geniş zamanda tatmin ettiğini (geniş zamanda diyorum çünkü ani ego yükselişleri insanı sapkınlığa uğratabiliyor, oysa geniş zamanda edinilen egonun zararlı değil aksine yapıcı olduğunu görüyorum) daha akılcı, daha yapıcı olduğunu ve deneyimlere karşı daha açık olduğunu düşünürüm. Birinci benlik zihin üzerinde olumsuz etkiler oluşturuyor gibi geliyor bana. Birinci benlik daha çok bir rahatsızlık gibi, sürekli kendini içsel eleştiriye teslim etmek ve onun eleştirileri doğrultusunda yapacaklarıma yön vermek öz güven yoksunluğu gibi geliyor. Biraz daha fazla birinci benlik üzerine yoğunlaştığım zamanlarda onu da çok yıkıcı bulamıyorum. Dengeyi kurmak şart vesselam. Belki de birincil benliğe uymak ve onu dinlemek toplumdan bağımsız olarak düşünme yetilerimizi kaybetmemizden kaynaklanıyor. Sanıyorum ki kendimiz için yaşamamız gerektiğini unutup daha çok toplum fikrine yönelik yaşıyoruz. Seçimlerimizi yaparken kendi istek ve ilgi alanlarımızdan çok başkalarının ne düşüneceğine yönelik fikirlerle hareket ediyoruz. ( Al sana birinci benlik )


Birinci benlikle kısıtlanmaktan ve paranoyaya gark etmektense ikinci benliğimle geniş zamanda egomu yükseltmeyi yeğlerim.

Ne yaparsam yapayım birinci benliğimle barışamıyor, yapıcı yönlerini çok fazla ön planda göremiyorum. Kötü iç ses diyerek kafasına vurmak geliyor içimden.

Birinci benlik sürü psikolojisinin bir sonucu aslında. Toplum baskısı ön planda ve içsel ses sadece kişisel eleştiri yapmıyor, statükoya dair kelimeler fısıldıyor sinsice kulaklarımıza. (Ne giymiş gördün mü? Ne yaptı fark ettin mi? Sen de onu almalısın. Sen de böyle davranmalısın. O dinlediğin müzik düzene uygun değil şimdi bu dinleniyor kapat onu ve toplumun dinlediğini dinle!) Bunları değiştirmeye ya da başkaldırmaya çalıştığınızda aykırı olursunuz. Boğuşup duruyoruz elimize eteğimize dolanan sorularla... Kendimize ait olmayan ve üzerimizde eğreti duran elbiseler ayağımıza dolanıyor nasıl basmayalım üzerine ? Ruhunu soyamadıktan sonra kat kat ne işe yarar bu boğuşma? Algıda seçicilik sıfır!

5 Ağustos 2010 Perşembe

...

48 Yaşında(imiş), aile sahibi(imiş), kanserin soğuk ellerinden tutup gidivermiş...

Öyle tıkandım kaldım... Kolum kanadım düştü birden. Tanımıyorum oysa. Adını bile bilmem. Bu sabaha kadar yaşadığından bile haberdar değildim. Şimdi yok, ölmüş...

48 Yaşında (imiş), aile sahibi (imiş), kanserin soğuk ellerinden tutup gidivermiş...

Doğumlara ne kadar sıcak, ne kadar umutlu ve ne kadar da umutlu bakıyoruz.Ölümleri bi türlü kabul edemiyor, içimizi yakmasına, kendi hayatlarımızı gözden geçirtmesine engel olamıyoruz. Hep böyle anlarda yapmak isteyipde yapamadıklarımız geliyor aklımıza. Hep böyle anlarda kendimize ya da sevdiklerimize verdiğimiz sözler düşüveriyor avuçlarımıza.


Zaman diye bir şey yok bunu anlayamıyoruz. Yaptığımız tüm planlar boş. Verdiğimiz tüm tarihler yalan.Kocaman boşluklar yaratıp, kendimizi parçalarcasına içlerini doldurmaya çalışıyoruz. İçimiz bomboş...Yaşam koca bir esaret ve bizler gönüllü esirleriz.

48 Yaşında(imiş), aile sahibi(imiş), kanserin soğuk ellerinden tutup gidivermiş...

(Dün öğle saatlerinde yayınlayacakken kendimi birden hastanede bulunca bu sabaha kalan bir yazı...)

3 Ağustos 2010 Salı

İstifa Ettim! Mutluyum ...

Umutsuzluklardan, bile bile kendime yalanlar söylemekten, olmayanları varmış gibi yaşamaya çalışmaktan, sistemli olamamaktan, her şeyi benimmiş gibi sanıp sahiplenmeye çalışmaktan, sevgiyi/sevmeyi yanlış yorumlayıp herkesi ve her şeyi boğmaktan, anlamsızca gördüğüm/yaşadığım/hissettiğim her duyguyu ve olayı yorumlamaktan ve anlamlar yüklemeye çalışarak sebepsizce kendimi yormaktan, kendimi önemsiz saymaktan, ertelediğim ve daha çooook vakit var dediklerimi ertelemekten, tüm yüz hatlarımı ve vücudumdaki tüm organlarımı gerginleştirmekten istifa ettim!!!

1 Ağustos 2010 Pazar

Öyle Arşa Değer Gibi!




Körü Körüne Bağlanmayacaksın Hiç Bir Şeye...

         Herkesi sevebilir insan. Her canlıyı, her objeyi hatta her düşünceyi. Saygı bile duyar üstüne üstlük.Duyulan bu sevgi ile saygı körü körüne bağlılığa ve bu hisleri beslediğiniz kişinin zırt dediğine bile alkış tutmaya, evet evet kesinlikle bu sizin dediğiniz gibi diye dile gelmeye başladıysa ben bunda bir samimiyetsizlik de ararım, bu da yetmez üstüne üstlük yalakasınız be hepiniz de derim.


         Sosyal mecranın, sosyal olma yolunda mevlasından şaşmış, kişilikleri; egolarının altında ezile ezile çürümeye yüz tutmuş minik köleleri, ulu totemleri karşısında yüzlerce kez yılmadan ibadet etmeye devam edecekler. Onlar kendilerinden geçip yatıp kalkıp alkış tutacaklar ki totem egosuna ego katsın. Beslensin, güçlensin... O beyaza kara desin kölecikleri karanlıklarında yitip gitsin... Egolarınız korkularınızı doğuruyor, korkularınız egolarınızı besliyor... Oh ne güzel bul kendine üç beş tane şakşakçı senin yerine savunsun bile seni. Sen suya sabuna dokunma geç karşısına izle keyifle. Ben neymişim yahu neler yapmışım da bu günlere gelmişim diye içten içe alkışla kendini ve kendine bile söyleyeme kişiliğinin egon altında nasıl can çekiştiğini...